Türkiye’nin jeopolitik – jeostratejik konumunu analiz etmek ve bu konum çerçevesinde politikalar geliştirmek için dünyada egemen olan güç odaklarını göz önünde bulundurmak gerekir.
Jaque Attali’ye göre, XX’ nci yüzyılın başında dünyada jeopolitik güç merkezleri İngiltere, Fransa, ABD, Almanya ve Rusya idi. Oysa XXI’ nci yüzyılın başında, bu güç merkezleri ABD, AB, Çin, Rusya ve İslâm dünyası olabilecektir (Denk, 2000;20-21).
Bugün için dünya coğrafyasında egemen olan güç odaklarının neredeyse ortasında yer aldığından dolayı jeopolitik açıdan oldukça önemli olan Türkiye, aynı zamanda dünya coğrafyasında büyük askeri güç ve birlik oluşturan NATO’nun üyesi ve güney kanadını oluşturan çok önemli bir devlettir. Ayrıca İslam dünyası ile Hristiyan dünyasının karşılaşma bölgesinde bulunan Türkiye’nin jeopolitik özelliklerinden biri de farklı dinlerin temas alanı olmasıdır.
Batıdan Avrupa kültürü, kuzeyden Rus kültürü, doğudan Asya kültürü ve güneyden Afrika ve Arap kültürü ile çevrili olan Türkiye adeta dünya kültürlerinin de kesişme noktasında yer alır.
Türkiye’nin merkezi coğrafi konumu, ona çoklu jeopolitik açılımlar yapma imkânı vermektedir. Nitekim Brezinski yeni hâkimiyet teorisiyle dünyayı bir satranç tahtasına benzetmiş, en verimli alan olması itibariyle en çetin oyunun Avrasya’da vuku bulacağını ve bu oyunda da baş oyuncunun ABD olduğunu belirtmiştir.
Mevcut küresel koşullarda Avrasya’nın yeni jeopolitik haritasında kilit önemdeki en az beş jeostratejik oyuncu ile beş jeopolitik miğfer devletten bahseden Brzezinski Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve Hindistan’ı büyük ve etkin oyuncular, Ukrayna, Azerbaycan, G.Kore, Türkiye ve İran’ı da miğfer devletler olarak değerlendirmektedir. Miğfer devletlerden olan Türkiye ve İran sınırlı kapasiteleri dâhilinde aynı zamanda jeostratejik olarak da etkin devletler olarak kabul edilmektedir (Brzezinski, 1998;41).
Coğrafi olarak etrafında önemli denizleri barındıran İstanbul ve Çanakkale Boğazları, Karadeniz ülkeleri ve Rusya’nın soğuk ve geniş ovalarından, güneyin sıcak ve engin okyanuslarına açılan labirentin tek çıkış kapısıdır. Türk Boğazları Bölgesi’ni elinde bulunduran Roma ve Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu ve batıya doğru genişleyerek, uzun süreli devletler kurabilmeleri bu stratejik üstünlüğün göstergesidir. Boğazların kilit konumunu çok iyi kavrayan Napoleon Bonaparte, 7 Temmuz 1807 yılında Çarlık Rusya’sı ile Tilsit Antlaşması’nı imzalayarak müttefik haline gelmesine rağmen, Rusya’nın Boğazlarla ilgili isteklerine “Boğazlara hakim olan, dünyaya hakim olur.” cevabını vererek bir uzlaşma sağlayamamıştır (Pithon;2010).
16. yüzyıl Fransız yazarlarından Petrus Gyllius ise “İstanbul Boğazı, bütün diğer boğazlardan üstündür, çünkü iki denizi ve iki dünyayı tek anahtarla açmaktadır” (İstikbal,2005;296-297) ifadesini kullanmıştır. Bu ve benzeri tespitler boğazların jeopolitik ve jeostratejik anlamda ne denli önemli olduklarını açıkça ortaya koymaktadır. Ayrıca üç tarafı denizlerle çevrili bir yarımada olan Türkiye, Cebeli Tarık Boğazı ile Atlas Okyanusuna, Süveyş Kanalı vasıtasıyla Kızıldeniz ve Hint okyanusuna bağlantılı olup deniz ulaşımında da stratejik bir öneme sahiptir.
Osmanlı Devleti jeopolitik konumu nedeniyle Protestan misyoner teşkilatların dünyayı aralarında paylaşmalarında, esas itibariyle ABD’nin payına düşmüş ve ABCFM (American Board of Commissioners For Foreign Missions) Osmanlı topraklarında 1870 yılına kadar tek başına faaliyetlerde bulunmuştur. Nitekim 1830 antlaşmasından hemen sonra, Osmanlı Devleti’nde Amerikan varlığı özellikle misyonerlik ve eğitim sektöründe kendisini hissettirmeye başlamıştır.
Türkiye’nin son dönemlerde karşı karşıya kaldığı sıkıntıların önemli sebeplerinden biride yine misyonerlik bu faaliyetleridir. Öyle ki 1880 tarihli Bartlett Raporu’nun ilk cümlelerinde, ‘’Misyonerlik faaliyetleri açısından Türkiye, Asya’nın anahtarıdır” (Kocabaşoğlu, 1991;29) ifadeleri yer almaktadır.
Türkiye, bilinen jeopolitik teorilerinden Mackinder’in “Kara Hâkimiyeti Teorisi”ne göre Kalpgâhın yani merkezin bitişiğinde ilk kenar kuşağın önemli bir noktasında bulunmaktadır. Spykman’ın Kenar Kuşak Teorisi’nde, Türkiye, Mackinder’in Kara Hâkimiyeti Teorisi’nde olduğu gibi, İç veya Kenar Hilal bölgesinde yer alır. Diğer Türk ülkeleri ile birlikte düşünülürse, Türk Dünyası toprakları, İç veya Kenar Hilal bölgesinin büyük bir bölümünü kaplar. Spykman’a göre, Türkiye, dünya kalesine sahip olmayı arzulayan bir millet için kaleye yapılacak olan son kuşatma alanı olarak nitelendirilen bölgenin tam ortasındadır. Bu sebeple dünya hâkimiyetinin yolu Türkiye’den geçmektedir (Kalan,2016 ;251-252).
Uluslararası ilişkilerin coğrafyası olarak nitelenebilecek jeopolitik, yeni dönemde mekâna dayalı yeni güç mücadelelerinin temel yöntemine dönüşüyor. Mekânın bizatihi politik bir varlık olduğundan yola çıkılarak, yeni dönemde hemen her ilgi çekici bölge ve ülkenin yeni jeopolitiği belirleniyor. Bölge ve ülkelerin coğrafi konumlarının jeopolitik değeri yeniden tarif edilip buna dayalı olarak yeni pozisyonlar belirleniyor. Doğal kaynakların; sadece bulunduğu coğrafyalar değil, taşıma yollarının içinden geçtiği coğrafi bölge ve ülkelerin de jeopolitik değeri artıyor. Özellikle petrol ve doğalgaz boru hatları; “Kaynağın çıktığı yerin, taşıma güzergâhının ve kaynağa kavuşanın coğrafyasını birbirine aynı stratejik değerde birleştiriyor.”
Şüphesiz Orta Doğu coğrafyası tüm bu hadiselerin en kapsamlı yaşandığı bölgedir. Yeniden jeopolitik hamlelerin hazırlandığı, yeni coğrafi imkanlara göre güç ilişkilerinin gözden geçirildiği Orta Doğu’da, Arap Baharı olarak nitelendirilen yeni siyasi türbülans içinde ve tarihsel çelişkilerin sürekliliğinde jeopolitik mülahazalar ağırlığını koruyor.
Türkiye açısından da durum farklı değildir. Soğuk Savaş sonrası değişen Türkiye jeopolitiği, yeni öncelikleri ve buna dayalı yeni stratejileri zorunlu kılıyor. Her şeyden önce ortadan kalkan blok bağımlılığı, Türkiye açısından yeni coğrafi imkânlar anlamına geliyor. Türkiye, geçmişin kanat ülkesinden yeni dönemin merkez ülkesine dönüşüyor. 20’nci yüzyılın sonlarında dünyadaki köklü ve hızlı gelişmeler, Türkiye’ye hem farklı sorumluluklar yüklemiş, hem de yeni fırsat ve ufuklar açmıştır. Türkiye, Kuzey Atlantik İttifakı’nın bir kanat ülkesi konumundan çıkmış, Avrupa’yı Asya’ya bağlayan Avrasya kuşağında merkezî bir duruma gelmiş, politik, güvenlik ve ekonomik açılardan büyük bir rol ve önem kazanmıştır. Bu nedenle Ankara’ya, öncelikle bölge merkezli ve çok seçenekli dış politika stratejisiyle, yeni jeopolitik boşlukları içinde barındıran tarihin siyasi, ekonomik ve kültürel havzalarında etkin rol edinme ihtiyacı ve imkânı doğuyor.
Bu yapı, tarih ile coğrafyanın adeta Türkiye’nin önüne koyduğu zorunluluk haline geliyor. Yeni dönemin bol seçenekli, çok aktörlü dinamik ortamında Türkiye, sahip olduğu zengin coğrafi potansiyelleriyle güçlü bir senteze ve buna dayalı stratejilere ihtiyaç duyuyor. Ancak bu durum, bir başka gerçeğe daha işaret ediyor: Yüksek coğrafi potansiyellere sahip ülkeler, ellerindeki zenginlikleri son derece hassas, tutarlı ve akılcı yönetmeyi başarmalıdırlar. Aksi takdirde mevcut zenginlikler, o ülkelerin bir türlü engellenemeyen istikrasızlığının temel nedenine dönüşür.
Yeni dünyada mücadelenin esas kaynağı öncelikle ideolojik ve ekonomik olmayacaktır. İnsanlık arasındaki büyük bölünmeler ve hâkim mücadele kaynağı kültürel olacaktır diyen Samuel Huntington medeniyetlerin çatışması global politikaya hâkim olacak ve medeniyetler arasındaki fay hatları geleceğin savaş hatlarını teşkil edecektir ifadelerini kullanmaktadır.
Huntington’a göre dünyanın en bölünmüş ülkesi olan Türkiye kendine uygun misyonun gereğini yapmalıdır. Huntington aynen şunları yazmaktadır: “Kültürler her zaman merkezî bir ülkeye göre gruplandırılır: Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Batı kültürünün, Rusya Ortodoks kültürün merkezidir. Bunların karşısında Afrika ve İslâm dünyasının merkezi zayıf kalmıştır.” Müslümanlara Türkiye’yi lider devlet olarak seçmelerini tavsiye eden Huntington’a göre, Ankara’nın Avrupa’ya yönelik gayretlerine kesin bir son verilmeli ve Türkiye NATO’dan çıkarılmalıdır (Huntington,2015).
Aslında Huntington, bir durum tespiti yapmamakta, bir tespite uygun durum oluşmasını arzulamaktadır. O, medeniyetlerin çatışması için, herkesin kendi safına geçmesini önermektedir. Samuel Huntington 1993’de kaleme aldığı bir incelemede, 21. yüzyıldaki büyük savaşların medeniyetler arasında meydana geleceğini ileri sürerken, karşıt medeniyetlerin de Katolik Dünyası, Ortodoks Dünyası, İslam Dünyası ve Konfüçyen devletler olduğunu belirtmektedir. İleri sürdüğü tezin özeti; 19. yüzyılda devletler, 20. yüzyılda ideolojiler çarpışmıştı ve 21. yüzyılda ise kültürler çarpışacaktır (Huntington, 2015) şeklindedir.
Halbuki Türkiye, tarihî, coğrafî ve kültürel açılardan doğunun olduğu kadar, yine aynı kıstaslarla değerlendirildiğinde, tartışmasız biçimde batının da bir parçasıdır. Türkiye’nin altı asır boyunca Avrupa ile mevcut ortak tarihi bunun en belirgin kanıtlarından biridir. Batının köklü demokrasileri ve pazar ekonomileri ile doğunun gelecek vadeden genç demokrasilerini, Karadeniz ile Akdeniz’i, NATO ile İslâm dünyasını, gelişmiş ülkelerle gelişmekte olanları ve farklı kıtaları birbirine bağlayan Türkiye, İslâm ve diğer dinler arasında da bir dostluk ve iş birliği köprüsüdür.
Medeniyetler Çatışması paradigmasının temel argümanı, Batı Medeniyeti ile İslam Medeniyeti arasında gerçekleşeceği öngörülen kültürel ve dinsel çatışmaya dayanmaktadır. Her ne kadar Huntington, yekpare bir medeniyetten söz edilemeyeceğinin altını çizmişse de, paradigmanın iki temel çatışan aktörünü, Batı ve İslam olarak işaret etmiştir. Asya ve İslam devletlerinin güçlenmesinin Batı’ya meydan okuyacak seviyeye geleceği anlamına taşımakta ve dolaysıyla Asya ve İslam devletlerinin güçlenmemesi gerektiğini ifade etmektedir. Bu açıdan bakıldığında bölge barışını, hatta dünya barışını tehdit eden terörizmin, etnik, ideolojik veya dini düşüncelerden kaynaklansa bile, sonuçları itibarıyla global bir nitelik taşıdığı açıktır.