Teknolojik Gelişmeler ve Çevre Kirliliği

Teknolojik gelişmelerin hayatımıza getirdiği kolaylıkları hiç düşündünüz mü? Cep telefonu, bilgisayar, Genel Ağ, hızlı trenler, uçaklar, gemiler, otomobiller, her ihtiyacımızı kısa sürede üreten sanayi tesisleri, su ve ev ısıtma sistemleri, tek bir düğmeyi çevirerek ulaşabildiğimiz elektrik ve saymakla bitmeyecek kadar çok yenilik. Her gün ya hayatımıza yeni bir yenilik ekleniyor ya da kullandığımız bir ürünün daha üst modeli çıkarak yaşantımızı daha da kolaylaştırıyor. Bu teknolojik gelişmelerin hayatımıza kattığı kolaylıklar yanında, bize ve çevremize verdiği zararları hiç düşündünüz mü? Kirlenen bir çevre, genetiğiyle oynanmış gıdalar, artan kanser ve astım vakaları, daha çok maruz kalınan radyasyon ve bozulan doğal denge. İşte bu konumuz içerisinde teknolojik değişimleri ve gelişimleri çevresel sonuçları ve insana etkileri açısından değerlendireceğiz.

a. Su Kirliliği

Tatlı su kaynakları, içme ve tarımda sulama suyu olarak insan yaşamı için vazgeçilemez bir öneme sahiptir. Tuzlu su kaynaklarını oluşturan okyanuslar ve denizler ise dünyanın nem kaynağı olup iklim koşulları üzerinde belirleyici bir etkiye sahiptir. Peki birçok canlının ve özellikle balıkların doğal yaşam alanı olan tatlı ve tuzlu su kaynaklarını yeterince koruyabiliyor muyuz?

Sanayi üretimi sırasında ortaya çıkan sıvı ve katı atıkların sulara karışması, katı atıkların kontrolsüz biçimde sulara atılması, tarımsal üretimde kullanılan gübre ve kimyasalların yer altı sularına, oradan da akarsular, göller ve denizlere karışması su kirliliğine yol açan önemli nedenlerdir (Fotoğraf 8.4). Özellikle deniz veya göl kenarına kurulan sanayi kuruluşları ve santraller, su kirliliğinde en önemli rolü oynamaktadır.

Evsel atıklar da su kirliliğinin bir diğer nedenidir. Evlerimizde kullandığımız deterjan, sıvı sabun, yumuşatıcı ve diğer temizlik ürünleri, kanalizasyon yoluyla yer altı sularına ve diğer su kaynaklarına karışır. Bu ürünlerin yapısında bulunan zararlı kimyasallar suda çözünerek önce sularda yaşayan canlıların, oradan da daha önce öğrenmiş olduğunuz besin zinciri yoluyla diğer canlıların ve insanların bünyesine geçer. Evlerimizde kullandığımız kızartma yağlarının lavabolara dökülmesi de su kirliliğinin önemli nedenleri arasındadır. Defalarca kızartma yapılan yağların içerisinde oluşan kanserojen maddeler, yağların su kaynaklarına karışması sonucu suda yaşayan canlılarının bünyesine geçmektedir.

Su kirliliğinde, tarımsal kirliliğin rolü de çok büyüktür. Tarımda verimi artırmak için kullanılan suni gübreler ile zararlılara karşı kullanılan kimyasal ilaçlar yer altı sularını büyük ölçüde kirletmektedir. Bir dönem yaygın olarak kullanılan böcek öldürücü DDT ilacının büyük oranda kanserojen olduğu ortaya çıkmış ve kullanımı yasaklanmıştır.

b. Toprak ve Besin Kirliliği

Oluşumu yüzbinlerce yıl süren ideal bir toprağın bünyesinde çeşitli mineraller, mikroorganizmalar, su ve hava bulunur. İnsanlara ait katı ve sıvı atıklar bu mineralleri ve mikroorganizmaları olumsuz yönde etkilerken toprak içerisindeki suyu da kirletir. Aynı su kirliliğinde olduğu gibi sanayi tesisleri, tarımsal etkinlikler ve evsel atıklar, toprak kirliliğinin en önemli nedenini oluşturmaktadır.

Sanayi kuruluşlarından kaynaklanan katı ve sıvı atıklar su kaynaklarının yanı sıra toprağı da kirletir. Özellikle ağır sanayi kuruluşlarından kaynaklanan cıva ve kurşun gibi zararlı maddeler, toprak içerisinde birikmekte ve besin zinciri yoluyla önce bitkilere daha sonra da diğer canlılara geçmektedir. Nükleer enerji santrallerinde ortaya çıkan nükleer atıklar da ciddi oranda radyasyon riskine sahiptir. Bu nedenle bu atıklar, toprak içerisine gömülür ve üzeri kalın kurşun bloklarla kaplanır. Bu yolla radyoaktif ışımanın önüne geçilir ancak bu atıklar toprağı kirletmeye devam eder. Termik santraller de toprak kirliliğine neden olur. Bu santrallerde enerji kaynağı olarak daha çok taş kömürü ve linyit kullanılır. Bu kömürlerin yakılması sonucu ortaya çıkan kül boyutundaki partiküller, santral bacalarından çıkar ve öncelikle havayı kirletir. Zamanla yere inen bu partiküller, toprak yüzeyinde ince bir kül tabakası oluşturur ve bu oluşum toprağa büyük oranda zarar verir. Petrokimya tesislerinin atıkları doğada çok uzun bir zaman yok olmaz. Özellikle pil, batarya, lastik, pet şişe, plastik gibi ürünler toprağın kirlenmesinde ve zararlı kimyasalların birikmesinde büyük rol oynar.

Günümüzde nüfusun hızla artması ve kentleşme, evsel atık miktarını da artırmıştır. Bu nedenle evsel atıklar su ve toprak kirliliğinde önemli rol oynar. Kentlerde çeşitli alanlarda biriktirilen çöpler, o alandaki toprağı büyük ölçüde kirletir (Fotoğraf 8.5). Bu çöplerde zamanla oluşan metan gazı, küresel ısınmaya da neden olur. Evsel atıklardan toprağa sızan maddeler, toprakta zararlı mantar oluşumlarını artırır. Bu mantarlar diğer canlıları da olumsuz yönde etkiler. Evlerde kullanılan temizlik maddeleri de hem suyu hem de toprağı kirleten önemli unsurlardır.

Aşırı ve bilinçsiz yapılan tarımsal etkinlikler de toprağın kirlenmesine neden olur. Zamansız ve fazla yapılan gübreleme, tarım zararlılarına karşı yapılan ilaçlama toprağı kirletir (Fotoğraf 8.6). Aşırı sulama da toprağı kirleten bir diğer unsurdur. Fazla sulama ile verimliliği kaybolan toprakta asitlenme ve tuzluluk meydana gelir ve toprak çoraklaşır.

Suyun ve toprağın kirlenmesi, tükettiğimiz besinlerin de kirlenmesi anlamına gelir. Besin zincirinin ilk halkası olan üreticilerin yani bitkilerin büyümesi ve gelişmesi toprağa bağlıdır. Bu nedenle toprakta bulunan zararlı kimyasallar doğrudan bitkilerin bünyesine geçer. Bitkilerle beslenen tüketici otoburlar ise bu zararlı maddelerin bir kısmını bitkilerden devralırlar. Doğrudan bitkileri ya da otobur canlıları tüketen insanlar da kendi ürettikleri bu zararlı maddeleri kendi vücutlarına almış olur. Bu durum da birçok sağlık sorununu beraberinde getirir.

c. Hava Kirliliği

Atmosferin en alt katmanı olan troposfer, canlıların yaşamı için vazgeçilmez bir öneme sahip olan oksijenin bulunduğu katmandır. Troposferde %78 oranında azot, %21 oranında ise oksijen bulunur. Başta atmosfer içerisindeki karbondioksit oranının bir miktar artması bile birçok önemli soruna neden olmaktadır. Bu sorunların başında ise hava kirliliği gelir.

Fosil yakıtların kullanılması, egzoz gazları ve termik santraller, hava kirliliği yaratan en önemli faktörlerdir. Volkanik patlamalar ve orman yangınları gibi doğal olaylar da hava kirliliğine neden olmaktadır. Ancak atmosfer, bu kirliliği doğal döngüler içerisinde temizlemektedir. Sanayi etkinliklerinin çok büyük boyutlara ulaşması, doğal döngülerle havanın temizlenmesini imkânsız hâle getirmiştir. Sanayi kuruluşlarının bacalarından çıkan kükürtdioksit, hidrojensülfür ve karbonmonoksit gibi gazlar hava kirliliğini artırırken, karbondioksit gazı ise küresel ısınmaya yol açmaktadır.

Evlerin ve iş yerlerinin ısıtılmasında kullanılan kalitesiz kömürler ile egzozlardan çıkan başta azotoksit olmak üzere birçok tehlikeli gaz, özellikle şehirlerde hava kirliliğini artırmaktadır. Etkileri genellikle şehirlerde ortaya çıkan hava kirliliği, iki farklı tipte etkili olur.

Sanayi Devrimi’nden sonra ortaya çıkan ve günümüzde de özellikle gelişmekte olan ülkelerin sanayi kuruluşları bakımından yoğun olan bölgelerinde görülen hava kirliliğine Londra tipi hava kirliliği adı verilir. Sanayi kuruluşlarında ya da binaların ısıtılmasında fosil yakıtların kullanıldığı şehirlerde, bu tip kirliliğin etkisi artar. Kömür ve linyit gibi fosil yakıtlar yakıldığında ortaya çıkan kükürtdioksit ve karbondioksit özellikle kış aylarında soğuyup alçalan havayla birlikte şehirlerin üstünü bir sis tabakası hâlinde örter. 1952 yılının kış aylarında Londra’da bu nedenle hava kirliliği büyük boyutlara ulaşmış ve yoğun kükürt gazı nedeniyle yaklaşık 4000 kişi hayatını kaybetmiştir. Londra tipi hava kirliliğinin yaşandığı alanlarda solunum yolu hastalıkları, cilt ve gözlerde tahriş gibi ciddi sağlık sorunları da görülür. Ülkemizde özellikle 1980 ve 1990’lı yıllarda konutların ısıtılmasında kömür ve linyitin kullanılması, başta Ankara olmak üzere iç bölgelerde yer alan birçok şehrimizde bu tip hava kirliliği oluşturmuştur.

Los Angeles (Los Encılıs) tipi hava kirliliği ise daha çok yaz aylarında etkili olan ve egzoz gazı kaynaklı bir kirlilik tipidir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin büyük kentlerinde araç sayısı da çok fazladır. Egzozlardan çıkan karbonmonoksit, azotoksit ve sülfüroksitler, güneş ışınlarının etkisiyle karbondioksite dönüşür. Eğer bu kent, Los Angeles gibi okyanus kıyısında yer alıyorsa okyanustan gelen ve nemle ağırlaşan hava, şehrin üstünü örter (Fotoğraf 8.7). Bu tip hava kirliliği de solunum hastalıkları ile kalp ve damar rahatsızlıklarına neden olur. Günümüzde araç trafiğinin çok yoğun olduğu ve deniz kenarında yer alan kentlerin çoğunda bu tip kirlilik görülebilmektedir. İstanbul’da da bu tip hava kirliliği zaman zaman etkili olmaktadır.

ç. Radyoaktif (Nükleer) Kirlilik

Bazı maddelerin çevreye yaydığı zararlı ışınlar ve partüküllere radyasyon adı verilir. Bu maddelerden biri de yaşam kaynağımız olan Güneş’tir. Güneş’ten gelen zararlı radyoaktif ışınlar, ozon tabakası tarafından absorbe edilir. İnsanlar için asıl zararlı olan radyasyon kaynağı ise yapay kaynaklardır. İnsanlar tarafından atom çekirdeğinin parçalanması esasına dayalı olan nükleer reaktör ve silahlar, parçacık hızlandırıcılar, X ışını makineleri, radyoaktif izotop kullanımı gibi etkinlikler radyoaktif kirliliğin başlıca nedenleridir.

Dünya’da nükleer bombalar ilk kez İkinci Dünya Savaşı esnasında kullanıldı. Amerika Birleşik Devletleri’nin, Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı iki nükleer bomba sadece Japonya’nın savaşı kaybetmesine değil, bu kentlerde hâlâ etkisi görülen radyoaktif zararlara da neden oldu. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından başlayan ve Soğuk Savaş olarak adlandırılan dönemde ise dünyanın iki büyük süper gücü Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği nükleer çalışmalarına hız verdiler (Fotoğraf 8.8). Issız bölgelerde nükleer denemeler yapan bu ülkeler, denemelerin doğaya zarar vermeyeceğini düşündüler. Ancak çok geçmeden bu denemelerin küresel bir radyoaktif kirlilik yarattığı ortaya çıktı ve iki süper güç nükleer denemeleri azalttılar.

Nükleer silah denemelerinin azalması, radyoaktif kirliliğin önüne geçemedi. Çünkü 1960’lı yıllardan itibaren yaygınlaşmaya başlayan nükleer enerji santralleri önemli çevre sorunları yaratmaya başladı. Nükleer atıkların neden olduğu su, toprak ve besin kirliliğinin yanı sıra, bu santrallerde meydana gelen kazalar büyük boyutta radyoaktif kirliliğe de neden oldu. 1986 yılında, o dönem Sovyetler Birliği içerisinde yer alan Ukrayna’daki Çernobil Nükleer Santralinde büyük bir kaza meydana geldi. İlk etapta Sovyetler Birliği yönetimi bu kazayı tüm dünyadan saklamaya çalıştı. Radyasyonun öldürücü dozları bile gözle görülmediği için kısa vadede Sovyet yönetimi bunu başardı. Ancak radyoaktivitenin etkileri Sovyetler Birliği’nin sınırlarını aşıp Batı Avrupa ve İskandinav ülkelerini de etkileyince meydana gelen bu büyük kazanın saklanması da imkânsız hâle geldi. Çernobil’in neden olduğu radyoaktivitenin izleri birçok ülkede hâlâ gözlenmektedir.

Radyoaktivite esnasında ortaya çıkan zararlı ışınlar, maddeleri iyonlarına ayırmakta ve kimyasal bağları koparmaktadır. Canlı hücrelerinde de onarılmaz yaralar açan bu ışınlara maruz kalmak, hücrelerde genetik bozulmaya ve kanser gibi hastalıklara neden olmaktadır.

d. Elektromanyetik Kirlilik

Elektromanyetik dalgalar, elektrik akımı taşıyan kablolar, cep telefonları, baz istasyonları, radyo frekans dalgaları yayan radyo ve televizyon vericileri, yüksek gerilim hatları, trafolar ile mikrodalga ev aletlerinin yaydığı ve canlılar üzerinde zararlı etkiler yaratan görünmez dalgalardır (Resim 8.1). Özellikle büyük şehirlerde, bu tip dalgaların elektromanyetik alanlar oluşturması bu kirliliğin temel nedenidir. Gözle görülmeyen elektromanyetik dalgalar, kimi zaman cep telefonunuzun çalmasıyla televizyonda karlanma yaparak, kimi zaman ise yüksek gerilim hatları yakınında uçan helikopterleri düşürerek kendini gösterir. Sürekli elektromanyetik dalgalara maruz kalan insanlarda kanser hastalıkları görülebilmektedir.

e. Gürültü (Ses) Kirliliği

Uzun süre gürültüye maruz kalmak yaşantımızı ve aktivitelerimizi nasıl etkiler, düşündünüz mü? Günümüzde teknolojik gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkan sanayi kuruluşları, yoğun trafik, inşaat işleri, iş makineleri gibi birçok faktör gürültü kirliliği yaratmaktadır (Fotoğraf 8.9).

Sesin, dalgalar hâlinde yayılarak kulağımıza ulaştığını biyoloji ve fizik gibi derslerinizde öğrenmişsinizdir. İşte bu dalgaların taşıdığı enerjinin büyüklüğü, sesin kuvvetini belirler. Ses dalgalarının kulak zarında oluşturduğu basınç, desibel kavramı ile ifade edilir.

İşitilebilen en hafif ses 0 desibeldir ve bu değere işitme eşiği adı verilir. Orta yoğunlukta bir trafiğin olduğu caddedeki ya da bir diskodaki gürültü 80-110 desibel arasındadır. Bu şiddette bir gürültüye uzun süre maruz kalmak uykusuzluk, sinirlilik ve baş ağrısı gibi etkiler yaratır.

Bir uçağın yarattığı gürültü ise 140 desibel kadardır. Bu gürültüye uzun süre maruz kalmak sinirsel hastalıklara, işitme ve denge bozukluklarına neden olur. 180 desibelin üzerindeki sesler ise kulak zarının patlamasına ve sağırlığa neden olmaktadır. Bu nedenle gürültülü ortamlarda çalışan kişiler kulak zarlarını korumak için özel aparatlar kullanmaktadır.