Tarih 1071. Bir güneş doğdu Malazgirt Ovası’nda. Beyaz yeleli atların sırtında, sırat köprüsünden geçercesine cennet misal Anadolu’ya girdi yiğitler. Kutlu sancağın gölgesinde vatan bildiler bu toprakları. Dereler bir başka güzel aktı, çiçekler bir başka güzel açtı o günden beri.
Ey Anadolu!
Nice medeniyetlerin anası, nice medeniyetlerin rüyası olmuş kutlu diyar. Enbiyaların, evliyaların, şehitlerin, yiğitlerin koyun koyuna yattığı memleket. Doğduğumuz, doyduğumuz, seninle ağlayıp güldüğümüz bereketli topraklar… Nice çiçekler açtı bağrında.
En kara günlerde düşmana geçit vermeyen Ankara oldun. Ayazında üşüdüğümüzde Hacı Bayram-ı Veli olarak gönlümüzü ısıttın bu şehirde. Kalenin başından el ettik yurdun dört bir yanına.
Bozkırın saf ve masum çocuğu Konya’nın bağrından, “Ne olursan ol, yine de gel!” diye haykıran Mevlana olarak çıktın. A. Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle bir serap vehmi olarak ilerleyen bu yolun sonunda Selçuklu sultanlarının şehrinde buluverdik kendimizi.
Akşehir Gölü’ne yoğurt mayalayan zekâ tarlası Hoca Nasrettin olarak güldürdün yüzümüzü. Çanakkale’de düşmana boğazı dar eden Seyit Onbaşı, Erzurum’da henüz on sekizinde gönlü vatan aşkıyla yanan Nene Hatun oldu adın. Ve daha nice güller derildi toprağında.
Erzurum’un kimliğine kar ve soğuk olarak yazıldı adın. Ağrı’da heybetli, başı dumanlı bir dağ olarak ta uzaklardan beliriverdin karşımızda.
Seni karış karış gezen Evliya Çelebi’nin dilinde, “Velhasıl Bursa sudan ibarettir.” sözüyle Bursa oldu adın. Başından dört mevsim kar eksik olmayan Uludağ, minarelerinden beş vakit ilahi davetin gönüllere nakşedildiği Ulucami olarak yer ettin belleğimizde. Gemlik Körfezi’nde zeytin, dağ eteklerinde kestane, ovada şeftali olarak rahmet hazinesinden düştün Bursa’ya.
Eskişehir’de, “Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için.” diyen Hak âşığı Yunus Emre oldun. Ve Kutlu Nebi’nin müjdelediği İstanbul oldun Bursa’nın yanı başında. Şair Abdurrahim Karakoç’un ifadesiyle tarifi kelimelere sığmayan bir masal şehri.
“Çıkıp baksan Çamlıca’nın başına,
İki kıta bir boğazda aşina…
Karakoç’um, gel, yorulma boşuna,
İstanbul’u tarif etmek zor şimdi.”
Dost düşman, yerli yabancı herkesi kendine hayran bırakan taşı toprağı altın şehir. Adeta Anadolu’nun kalbi. İnci gibi gerdanlıklarıyla insanın iki yakasını birleştiren Fatih’in yadigârı. Anadolu’nun Avrupa’ya bakan çehresi. Gök kubbenin altında yükselen duaların ve aminlerin rahmet olarak indiği mabetler şehri oldun bizim için.
Dört mevsimin renk cümbüşü hâlinde gözümüzü, gönlümüzü okşadığı cennet misal Anadolu’m. Her köşende ayrı bereket, ayrı güzellik… Rize’de bir yudum çay, Çukurova’da kar beyazı pamuk, Aydın’da çamurlu bir suya kanaat eden ballı incir ve daha niceleri. Uğruna nice canların toprağa düştüğü Anadolu’m. Elbette seni tarif etmeye kalem kağıt yetmez. Ay yıldızın gölgesinde, ezanların sesinde, inanmışların duasında kıyamete kadar var olacak ve nesilden nesile anlatılacaksın.